Ahmet Şükrü KILIÇ
Yatacak yerim yok!
Üniversite yıllarında Eski Garaj civarında bir evde kalıyorduk. Aynı düşünceleri paylaştığımız bir başka öğrenci grubundan devralmıştık evi; yirmi dört saat sıcak su akan, kapısından girenin çıkanın belli olmadığı, gecenin bir yarısı yatağımda tanımadığım yüzler gördüğüm, kalabalığın hiç eksilmediği bir yerdi. Yatak bulamadığım gecelerde çantamı alıp başka öğrenci evlerine giderdim. O küçük sıcak su saltanatı ise TEK işçilerinin kaçak elektrik tespit etmesiyle bir gecede çöktü. Evi hemen boşalttık. Ev sahibi Akkor Color’un sahibi Kemal Akkor’du ve bizden önceki kaç kuşak öğrencinin üzerine kayıtlı faturalar yüzünden bizi bulması neredeyse imkânsızdı. Sekiz kişi, beş parasız ve kendimizi kandıracak kadar acemiydik; “Zekâtına saysın” diye içimizi rahatlatmaya çalışıyorduk. Fakat vicdan susmadı, ikinci gün dayanamadım stüdyosuna gittim. Cezayı ödeyecek gücümüz yoktu. Başımı eğip durumu anlattığımda, bana dönüp “Bir de Müslüman olacaksınız” dedi. İşte o an, içimdeki bütün duvarlar yıkıldı. Keyfini sürdüğümüz “Keban” asıl o zaman taştı, rezilliğimizi temizleyecek hiçbir şey de kalmadı.
Müslüman olmak emanete sahip çıkmaktı. Müslüman olmak inkılabi bir kimlikti; erdemdi, ahlaktı, güven demekti. Hırsızlığa, soysuzluğa karşı durmaktı. Biz ise Müslüman olduğumuzu söyleyerek kaçak elektrik kullanmış, yine Müslüman olduğumuz için gidip helallik isteme ihtiyacı hissetmiştik. Müslümanlığı ne bize doğru anlatan olmuştu ne de biz hakkıyla anlamıştık. Devlete karşı durmanın aslında halka karşı durmak olduğunu yıllar sonra öğrendim. Devlet dediğimiz halkın ta kendisiydi. Biz devletiz, devlet de biz. Karşı olunması gereken devlet değil, devletteki insan unsuru, makamı kirleten zihniyetti. Bizi yıkan, horlayan, soyan hep insandı. Bizi değerlerimizden uzaklaştıran da insandı. Aynı kaynaktan beslendiğini söyleyen, ayetleri sebeb-i nüzulüyle anlatan, hadisleri aynı düzlemde öğreten, zekâtlarımızı ve fitrelerimizi emanet ettiğimiz insanlar… Çocuklarımızı değil, zihnimizi teslim ettiklerimiz… Hangi hayatı değiştirmişlerdi? Hangi yöneticinin karşısında söz söylemişlerdi? Hangi alternatifi üretmişlerdi? Görünürde bir şey yoktu. Harp emirliklerinden farklı bir duruş göstermeyen bir teslimiyet hâli… Yazık…
Öğrencilik yıllarımızın bir başka macerası da İsra FM’in kuruluşuydu. Çizgisi hâlâ değişmeden devam ediyor. O dönemde karnımızı doyuracak paramız bile yoktu. Sekiz arkadaş bir lokanta açtık, bir de spot eşya dükkânı. Tek hesabımız, öğle yemeğini karşılayabilmekti. Kazanç değil, sadece sıcak bir tabak yemekti derdimiz. Bütün borçla alınan eşyaların sorumlusu bendim. Lokantayı batırınca borçlar üzerime kaldı. Saygı duyduğum bir ağabey ve hocaefendi hakem tayin edildi. Hiç düşünmeden kabul ettim. Haklı bulundum fakat borcu yine ben ödedim. Öfkeliydim ama sustum. Çünkü sözde “Terbiye edilmeye” ihtiyacım vardı. Uyarılmıştım daha önce kendilerince. Hakkı ve hukuku birbirine karıştıran adamlardı. Şimdi olsa hiç düşünmeden mahkemeye giderdim. Tam on bir bin mark borç ödedim. Hakemlerin isimlerini açıklasam bugün bile ortalık karışır. Evime ekmek götüremediğim, telefonlara bakmaya utandığım günlerde suçladığım kişi ben değildim; düzenin ta kendisiydi(!)
Aradan otuz küsür yıl geçti. O gün alkışlananlar hâlâ alkışlanıyor. O gün sözleri muteber görülenler bugün de muteber. Bu döngüyü görünce ister istemez soruyorum!
Biz sahtekârları, yakalanmadığımız sürece yaptığımız ahlaksızlıkları mı seviyoruz yoksa bize benzeyenleri mi?