İslam ekonomisinin metodolojisinde ikinci varsayım, ekonomik aktivitelerin gözüken tarafının gelir artışı sağlama maksatlı olmasıdır. Soyut bir kavram olan refah kavramının ekonomik görünümü gelirin yüksek olmasını gerektirmektedir. Ancak yüksek gelir kişisel tatmin aracı olmanın ötesine taşınmalıdır. Bir başka deyişle toplumsal-kamusal tarafı olduğunda rahatlıkla terk edilmeli, devredilebilmelidir. Asrı Saadette Efendimizin hayatında ve sahabe ilişkilerinde bunun pek çok örneği vardır.
Bilinçli bir müslüman malvarlığını kendisi kazandığını hiçbir zaman ileri sürmez. Bu yüzden kolay terk eder ve isteği dışında elinden çıkmış olmasına üzülmez. Zira her iki anlamda da mülk (hem mal-mülk, hem egemenlik) elbette Allah’ındır. Böyle bir tarzın elbette kapitalist zihniyetle bir izahı yoktur. Çok da dervişane görülebilir ama esasta ‘kayan’ zihin yapısını da gösterir. Oysa Allah’ın kendisine zenginlik vererek, zaten kendisine ait olmayan bu mal varlığını paylaşması için kendisini seçtiği düşüncesiyle sorumlu davranması gerekir. Kur’an’da pek çok yerde dünya hayatındaki mal ve oğulların geçici, oyun ve eğlence olduğu vurgusu yapılır.
İslam ruhbanlığı ve kaderciliği de kabul etmez. Mala değer verilmemiş olması çalışmasını engellemediği gibi, teşvik de eder. Sorun çalışma, kazanma ve zengin olmayı kapitalistçe tanımlamamızdadır. Zira ‘insan için çalıştığının karşılığı vardır’(Necm: 39). Veren el olmanın alan el olmaktan sürekli daha üstün olduğu, üretenin Allah’ın dostu olduğu, bedensel olarak güçlü müslümanın zayıf olana karşı övüldüğü, gündüzün çalışma gecenin dinlenme zamanı addedildiği, ticaretin teşvik edildiği… gibi ilkeler yine bunun yansımalarıdır. İslam dininin inceliklerini öne çıkaran tasavvufta kabul edilen temel ilkelerden birisi de “halvet der encümen”dir. Yani halk içinde hakla birlikte olmak.