Doc.Dr. Yasin PİŞGİN
Mesele Sinek Değil Hâlâ Anlamadın mı?
Yazmak ne kadar da sık vacip oluyor. Ama yazmak ne kadar da kifayetsiz; yazmamaya ise gönül hiç razı değil. Tam da kıyametin önünde kapkaranlık bir gecenin parçaları gibi fitnelerin/fitnekârların ümmetin üzerine çullandığı şu dar zamanda susmak kalpte bir maraz.
Susan da şeytan-ı ahraz…
Söyleyecek sözü olan ya şimdi sözünü esirgememeli ya da Basra harap olduktan sonra edebiyat parçalamamalı.
An, hakkı haykırmak için en esaslı gereç.
Sonra deme azizim! İnan sonra çok geç.
Vahiy ilk insanla başladı ve ilk peygamber, ilk insan oldu; ilk insan da ilk peygamber. Vahiy ve peygamber bir madalyonun iki yüzü, bir kuşun iki kanadı. Kopmaz, koparılamaz, bölünmez, bölünmesi teklif dahi edilemez. Vahiy ve peygamber Allah’ın beşeriyet hakkındaki muradının iki ayrı ontolojik katmanda ete kemiğe bürünmüş hali. Vahiy, kitap olan peygamber; peygamber ise insan olan kitap…
Her ikisi de Hakk’a ileten hitap.
Lütfen bakınız (İsrâ, 17/9; Şûrâ, 42/52).
Kur’an’a göre peygambere uymanın, Kur’an’a ve Allah’a uyma ile eş değer/anlamlı olduğu delilden vârestedir. Bu gerçek ezeli. Kur’an baştan sona bu anlam örgüsüyle bezeli. “Yalnızca bakan” için değil; yalnızca “baktığını gören” için…
Lütfen (yalnızca) bakmayınız; (…) göremezsiniz.
Vahiy, ilahî hakikatleri; peygamber ise üsve-i hasene oluşuyla vahyi somutlaştırır. Peygamber hayattayken bir “yol” inşa eder. “Yol Allah’ın yoludur” elbet. Fakat Allah Kur’an’da sayısız ayette (Bakara 2/154;…) “yol” kavramını bazen “سَبٖيلِ اللٰهِ” (sebîlullâh) ifadesiyle kendisine; bazen de “قُلْ هٰذِهٖ سَبٖيلٖى” “De ki, ‘bu benim yolumdur’” (Yûsuf, 12/48) şeklinde peygambere izafe eder. Arapçada “yol”un bir anlamı “sebîl”, diğer anlamı da “sünnet”tir. Zerre kadar Arapçası olan bilir. Bilmeyen kendi bilir.
Kur’an’a göre her iki yol da aynıdır, ayrı değil. Sadece “sebîlullâh”ın ifade ettiği soyut nitelikli yüksek hakikatler “sebîlurresûl/sünnet” ile somutlaşmış, ele avuca gelmiştir. Bu aşamada peygamber vahiy ile “anlamlı”; vahiy ise peygamber olmadan anlamsızdır. Bundan dolayı tarih boyunca -Hz. Nuh ve Hz. Harun örneğinde olduğu gibi- kitabı olmayan bir peygamber görebilirsiniz, ama peygamberi olmayan bir kitap asla…
Yani “sünnet” demek, hakka götüren yegâne Allah yolu demektir. Ancak kıyamet günü ayılacak peygamber yolunun inkârcılarının şu sözleri bu gerçeğe şahit olarak yeter: “وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلٰى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِى اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبٖيلًا” : “O gün zalim kimse, (çaresizlik içinde) ellerini ısırıp şöyle diyecektir: “Ne olurdu ben de peygamberle beraber aynı yolu tutsaydım!” (Furkân, 25/27).
Bugün gıybet ve iftira ile peygamber yolunun müdâfilerinin etlerini ısıran(…)lar ağızlarında kendi parmaklarını kemirdiklerini o gün anlayacaklar.
Anlayacaklar, yemin olsun asra!…
Anlayacaklar ama “ba’de harâbi Basra…”
Vahyin insan aklı ve irfanı için somutlaşmasının serencamı burada bitmez/bitemez. Çünkü Allah Kur’an’da “yol”u yalnızca zâtına ve peygamberine izafe etmekle kalmaz; aynı zamanda O’ndan sonra ona uyan müminlerin tamamına izafe eder ve şöyle buyurur: وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدٰى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبٖيلِ الْمُؤْمِنٖينَ نُوَلِّهٖ مَا تَوَلّٰى وَنُصْلِهٖ جَهَنَّمَ وَسَاءَتْ مَصٖيرًا : “Kim, kendisine hidayet (Kur’ân) besbelli olduktan sonra peygambere karşı çıkar, mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.” (Nisâ, 4/115)
Vahiy peygamberle bir yola/sünnete, sünnetle de bir geleneğe dönüşür. Bir şeyin dünden bugüne gelebilmesi için “gelenek” olması şarttır. Geleneği olmayanın geleceği hayaldir. İstikbal köklerdedir. Bu itibarla ayette Kur’an, sünnet ve gelenek düşmanlarının aynı kefeye konulması dikkatini çekmiş olmalı.
En özlü ifadesiyle vahye mazhar olan peygamber “ehl-i Kur’ân”, peygambere “ittiba” ile Kur’an’ı okuyan, anlayan ve yaşayan müminler ise “ehl-i sünnet”tir. Allah’ın yolu, peygamberin yoluyla; peygamberin yolu da müminlerin yoluyla anlamını bulur ve somutlaşır. Başka bir ifadeyle; ilim ve irfan geleneğiyle vücut bulan müminlerin yolu terk edildiğinde sünnetin; sünnet terk edildiğinde de Kur’ân’ın anlamı buharlaşır.
Bu serencam, hakikate ulaşmanın hiyerarşisidir. Kur’an’ı tarih sahnesinden kaldırmak isteyen İslam düşmanları ve “onlara meftun bizdekiler”, gerek son iki yüz yılda, gerekse daha kadim devirlerde redd-i mirâs ve sünnet inkârcılığıyla emellerine ulaşmaya çalışmışlar; güya hakka ulaşmak için Kur’an’ı kendi/keyfi yorumlarının mizansenine evirmek istemişlerdir. Ayet diyor ki, böyle yapanların canı cehenneme…
Sünnet, ilim ve irfan geleneği inkârcılığı, Müslüman coğrafyanın tanıdığı ve tattığı eski bir zehirdir. Hikâye bilindik, oyun tanıdık. Örnek mi??? Rivayet o ki; Mutezile mezhebinin kurucularından Amr b. Ubeyd aklına yatmayan kaderle ilgili bir hadis için mealen şöyle demiş:
“Bu hadisi rivayet eden tabiinden A’meş’i görseydim “Sen böyle bir sözü İbn Mesud’dan rivayet etmeye utanmıyor musun?” derdim. O da “İşte İbn Mesud. Ben ondan duydum” dese; İbn Mesud’a derdim ki; “Sen nasıl olur da böyle bir sözü Hz. Peygamber’e isnat edersin.” O da “İşte Allah Rasulü. Bu sözün sahibi” dese; derim ki; “Ya Rasulallah sen Allah’ın sana vahyetmediği bir şeyi nasıl tebliğ edersin.” Hz. Peygamber de bana kıyamet günü “İşte Allah. Bu sözü bana vahyeden O’dur” dese halkın huzurunda Allah ile de tartışırdım. “Elest bezminde bizden aldığın söz bu değildi” diye. Bu tavır Mutezile’ye yakışır, onlarla bağdaşır. Zira kader, ruyetullah ve inşikak-ı kamer gibi tevatürle sabit pek çok konuda onların azılı bir hadis münkiri oldukları izahtan varestedir.
Hadis inkârı bir temcit pilavıdır. Birkaç asırda bir ısıtılır ısıtılır önümüze getirilir; yersek… Bundan dolayı özellikle son iki asırda modernizim maskesiyle boy gösteren redd-i miras ve hadis inkârcılığının ardındaki oryantalist etki ve batılı meydan okuma iyi analiz edilmeli. Çocuk ve kadın hakları gibi en temel değerlerle bile çeliştiği iddia edilen bazı hadisler üzerinden başlatılan ve umuma teşmil edilerek bir sünnet düşmanlığına dönüşen hareketin gözünün üzüm bağında değil, bağbanda olduğu basiretle fark edilmeli.
Sünnet inkârcılığının ideolojik ardiyesi son günlerde yaşanan yeni bir tartışmayla yeniden kendini ele verdi. Onlar; “Aslında biz yalnızca sinek ve idrar hadisleri gibi bazı rivayetleri inkâr ediyoruz. Kur’an’la çelişmeyen hadislerle bir alıp veremediğimiz yok” diyorlar. Peki; “Cuma Suresinden Cuma namazını nasıl çıkarıyorsun. “Cuma günü namaz için ezan okunduğunda Allah’ı zikretmeye koşun” ayetindeki hangi delilden hareketle akşam veya ikindi vakti değil de öğle vakti Cuma namazı için camiye gidiyorsun?” diye sorulduğunda öğle vaktini ayetin lafzından çıkarmak için kıvranıyorlar. Hâlbuki ayette zikredilen namazın öğle vaktinde olduğuna delalet eden hiçbir lâfzî karine yoktur. O namazın öğle namazı olduğu tamamen sünnetle sabit. Niyetinin sünnet inkârcılığı olmadığını iddia eden birine yakışan, ayetteki mücmelliği sünnet ile beyan etmektir.
İşine gelen hadisleri kabul etmek, işine gelmeyen hadisleri de reddetmek gibi “eklektik” bir yöntem bile bir bakıma erdem sayılabilir (ama bir bakıma). Bunlar “eklektik” bile değiller… Yaratıcıyı ve yaratmayı inkâr üzerine temellenen evrim safsatasını bizzat Yaratıcı’nın sözüyle temellendirmeye çalışmaları bu anlayışın kaynak, değer ve hedefini gözler önüne sermeli.
Bu son tartışmadan ibret ve feraset dermeli.
Hz. Peygamber’in; «الْمُتَمَسِّكُ بِسُنَّتِي عِنْدَ فَسَادِ أُمَّتِي لَهُ أَجْرُ شَهِيدٍ» “Ümmetimin fesada uğradığı bir zamanda sünnetime tutunana şehit sevabı vardır” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, Hadis No: 5414) hadisiyle kast ettiği fesad-ı zamanın bu zaman olduğunu basiretle fark etmeli ve bilinmeli ki:
Hadis inkârcılığı bir medeniyet hesaplaşmasının, ümmet-i Muhammed’in kucağına bırakmaya çalıştığı pimi çekilmiş bir el bombası; batı(l) dünyasının yarası hala kanayan bir kuyruk acısıdır.
Düşünsene… Bir hadisle Konstantıniyye otuz küsur defa kuşatıldı, sonunda fetih müyesser oldu ve eski bir çağ bitti, yeni bir çağ başladı. Eğer bugün öğütlenen hadis inkârı projesi İslam tarihinin bir devrinde tutmuş olsaydı İstanbul’un yerinde yeller esecekti.
Düşünsene… Eyüp Sultan hazretlerinin; “Ben bir hadisten dolayı fetih için Medine’den kalkıp İstanbul’a falan gidemem. Zaten Kur’an’da da ‘İstanbul bir gün mutlaka fethedilecek…’ diyen bir ayet yok” dediğini…
Bu demektir ki, ashap ve onlara ihsan ile tabi olanlar on dört asır boyunca hadislere bunların gözüyle bakmamışlar. Eyüp Sultan, Ulubatlı Hasan şahit…