Hüseyin YILMAZ
CELÂLÎ MEDRESESİNDE ÇATLAYAN TECDİD ÇEKİRDEĞİ!
Aşağıdaki satırlar Kutub Yıldızı'ndan. Gözden geçirirken dikkatimi mucib oldu, vesile-i dua olması temennisiyle paylaşmak istedim:
***
Bu hâdiseden birkaç gün sonra Şeyh Celâlî, Molla Said'i ikaz düşüncesiyle, bir derse başlarken;
"Molla Said, bir kitabı bitirmeden başka bir kitaba niçin geçiyorsun? Hiç hoşuma gitmiyor bu!" dedi
Molla Said, havayı gerip hocasıyla sık yaşadığı tartışmalardan birisini daha yaşamamak için gülümsedi. Kış aylarında güneş görmeyen teni iyice açıldığından çehresine bir aydınlık gibi yayılan gülümseyişi ile çok tatlı görünüyordu. Kimsede rastlanmayan gözlerindeki sarsıcı derinlik, gülümsediğinde kaybolup durgun, laciverde çalan ışıltılı bir göl sathına yerini bırakıyordu. Kemerli burnu, etli alt dudağı ve sağlam bir çerçeveye oturtulmuş çehresini tamamlayan siyah saçları ile çekici bir delikanlılığa erken adım atmış gibiydi.
"Efendim!" dedi. " Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Ancak, bu kitaplar birer mücevherat kutusudur. Anahtarları da sizdedir. Sizden sadece şu kutuların içinde nelerin olduğunu göstermenizi rica ediyorum. Kitapların neden bahsettiklerini öğrensem kâfidir. Sonra tabiatıma muvafık olanlara çalışırım."
Bir müddettir Molla Said'e kızmak, Molla Celâlî'nin içinden gelmiyordu. Hem bir işe yaramadığını fark etmiş, hem de Said'in herhangi bir talebe olmadığını kabullenmişti. Yine de göstermelik de olsa sol kaşını çatarak,
"Peki hangi ilim tabiatınıza muvafık geliyor? dedi.
Molla Said, bir ân düşündükten sonra,
"Bu ilimleri birbirinden ayıramıyorum. Ya hepsini biliyorum veyahut hiç birisini bilmiyorum!" dedi.
Maksadı, asırlardır Osmanlı eyaletlerinin tamamı gibi, Kürdistan medreselerinde de kök salmış olan şerh, haşiye ve tekrarlarla ömür törpüsü vaziyeti almış olup her talebenin yirmi yılını götüren tahsil tarzına itiraz etmekti. Bir yenilik olmazsa medreselerin sonunun yakın olduğunu düşünüyordu. Aradığını hiçbir medresede bulamayışının temel sebebinin bu usandırıcı, upuzun, neticesi zayıf tahsil tarzı olduğunun farkında idi. Birbirinin tekrar ve şerhinden ibaret, yeni bir şey söylemeyen, geçmiş asırların rüyalarını sayıklayan bu eski kitablarla bir yere varılamayacağını çoktan fark etmiş, kendince bir çıkış kapısı arıyor, doğru bir yola girmek veya büsbütün yeni bir yol açmak istiyordu.
Molla Muhammed Celâlî, bu keskin zekânın kasdını anlayınca bir ân bocaladı. Nurslu fakir Sôfî Mirzâ’nın çocuğu, asırların köklü ân'anesine, Devlet-i Aliye'nin aklına itiraz ediyordu. Bir ân bunun kendisini beğenmişlik olup olmadığını düşündü. Fakat Molla Said'in öğrenme talebinde samîmî olduğundan emindi. Daha çok şeyi, daha kısa zamanda ve daha faydalı bir şekilde öğrenmek istiyordu. Kendisinden beklediği ise önünü açmasıydı, bir bakıma önünden çekilmesiydi. Çekilmeye karar verdi, bu büyük aklın önünü tıkamayacak, yüksek gayretinin önünde takoz olmayacaktı.