İnsanın maddî yapısı toprağa dayanmaktadır. Bundan dolayı insanın vücudundaki ve topraktaki elementler tamamıyla birbirinin aynı olup; insanın maddî varlığının devamı için topraktan gelen gıdalarla beslenmesi hayati derece önemlidir.
İnsanın manevî yapısı ise Yüce Yaratıcı'dan armağan olan ulvî bir ruha dayanır. İnsanın, maddî varlığını devam ettirebilmek için bu varlığının kaynağı olan topraktan beslenmesi gerektiği gibi, manevî varlığının da kendi öz kaynağından beslenmesi gerekmektedir. Bu beslenme; اَلَا بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ “Biliniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.” (Ra'd, 13/28) ayetinde zikir kavramıyla özlü bir şekilde ifade edilen iman ve itaate dair her şeydir.
İnsanın maddî ve manevî boyutları birbirinden ayrı düşünülemez. Bu bütünlüğü bozarak birine diğerinden daha derin bir realite atfetmek, insanı gerçek bağlamından koparacak ve onu anlamaya ve inşa etmeye dair bütün olanaklarımızı imha edecektir.
Örneğin; insanın maddî varlığını yok saymak; onu, önü alınmaz bir ruhbanlığa kurban edecektir. Aynı şekilde onun manevî boyutundan sarfı nazar ederek maddî boyutuna öncelik vermek ise ulvî anlamını heder ederek insanı dünyevileştirecektir.
Ruhbanlığın, bedenî kabiliyetleri birer birer öldürüp pek çok sinir ve davranış bozukluklarına sebebiyet vererek insanı insanlıktan çıkardığı gibi, vahyin rehberliğinde gerekli olan karakter inşasını ihmal ederek onun maddî boyutunu merkeze alıp sekülerize etmek de insanı Kur’an’ın ifadesiyle hayvanlaştıracaktır.
Oysaki maddî ve manevî boyutları arasında sadece vahyin rehberliğinde sağlanan denge sayesinde insan, ruhuyla semada, cismiyle de yeryüzünde yürüyen “zülcenâheyn” bir varlıktır.