Katılım bankaları gözardı edilmesi mümkün olmayan bir potansiyele sahip olduğu halde geleneksel bankalarla karşılaştırıldığında Türkiye’de de dünyada da yeterli büyüklüğe ulaşmadığı görülmektedir. Bunun hem Türkiye açısından hem de dünya açısından “haklı” gerekçeleri vardır.
Öncelikle katılım bankacılığının 45-50 yıllık bir geçmişi vardır. İlk defa ve amatör bir şekilde 1960’lı yıllarda Mısır’da uygulanmaya başlanan atılım katılım bankacılığı, ancak 1970’li yılların ortalarında kurumsallaşabilmiştir. Bu tarih Türkiye için 1985’tir. Oysa ticari bankaların tarihi neredeyse insanlık tarihiyle eşdeğerdir. Dolayısıyla gelişme trendi devam etmekte ve zamana ihtiyaç duymaktadır. Katılım bankalarındaki nisbi olarak hızlı gelişiminin bir nedeni de budur.
Türkiye’de bankacılık sektöründeki payı halen % 5-6 düzeyinde olan katılım bankalarının payı için nihai hedef % 15’tir. Bu oran belki dünya ortalaması bakımından ve ilk aşama için anlamlı olabilir ama, bankacılık sistemi bir bütün olarak dönüştürülmedikçe, ekonomide sürdürülebilir ve kalıcı bir istikrarı sağlamak mümkün olmaz. Zira bu haliyle konvansiyonel (faizli) bankalardan meydana gelen boşluğu tamamlamanın ötesine geçemez. Zaten hali hazırda konvansiyonel esaslara göre çalışan devlet bankalarının katılım bankası şubeleri açması da bunun göstergesidir. Ben şahsen bunun sadece ticari bir araç olduğunu düşünüyorum. Her ikisi de var ve her ikisinden de para kazanılıyor. Zihniyet aynı, sonuç aynı. Yani dert para kazanmanın müşteriye hitabeden türünü kullanmak...
Şimdi birisinden alacağımız olsa veya birisine bir mal ya da hizmet satsak ve karşılığında para aldığımızda maalesef o paranın helalliğini ve haramlığını bilemiyoruz. O yüzden ben diyorum ki; katılım bankasının müşterisi parasını yatırdığında zarar edebileceğini de kabul etmesi lazım. Ya da bankanın kimi zaman ettiği zararı müşteriye yansıtması gerekir. Ama maalesef bu insan modeli henüz yok. Ama yine benim kanaatimce bunlar takvaya ilişkin hususlardır. Ortalama insanı ise fetva bağlar.