"İçimizdeki Protestan Papazları / İslam'ı Protestanlaştırma Çabaları" adlı kitabının önsözü
"İçimizdeki Protestan Papazları / İslam'ı Protestanlaştırma Çabaları" adlı kitabının o sözünü kitabın yazarın dilinden paylaşıyoruz
15. eserimiz olarak okuyucuyla buluşan "İçimizdeki Protestan Papazları / İslam'ı Protestanlaştırma Çabaları" adlı kitabımızın önsözü:
"Kendilerine âyetlerimiz açık olarak okunduğunda, bize kavuşmayı ummayanlar: 'Bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir' derler. De ki: Benim onu kendiliğimden değiştirmem söz konusu olamaz. Ben ancak bana vahyedilene uyuyorum. Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım." (Yunus, 10/15)
Yaratan, yaşatan ve biz kullarının dünya ve âhiret saadetimiz için hayat menbaı ölçüler, hükümler bildiren, emreden Âlemlerin Rabbi’nin adıyla başlarım.
O’nun adıyla başlamayan, O’nun hükümlerine ittiba ile devam etmeyen ve O’na hamd ile neticelenmeyen hiçbir işte hayır ve bereket yoktur.
Hamd (ta’zim, tekbir, yüceliğini/ululuğunu ikrar ve bu yücelik/ululuk önünde boyun eğip kıyam, rüku ve secde ile tam teslimiyet) ancak Âlemlerin Rabbi’nedir.
Salat ve selam, Rabbimizin tarih boyu insanlar için hidâyet rehberleri kıldığı Peygamberlerine ve onların izini takip etmiş ve etmekte olan sâlih kullaradır.
Rabbimiz, onların tercih ve yönelimlerinde ve içine düştükleri sapmalarda bizim için müşahhas ders ve ibretler bulunması hasebiyle Kitab-ı Keriminde önceki ümmetlerden söz eder. Zira insanlık tarihi şahitlik etmektedir ki, tarih boyunca değişen araç ve enstrümanlar dışında hak cephesinde de bâtıl cephesinde de değişen bir şey olmamıştır.
Bu anlamda günümüzde Kur’an ve ona dayalı Nebevi örneklik üzere tevhid mücadelesinin güncel temsiliyeti nasıl ki türedi bir temsiliyet değil, Adem (a.s.)’dan bu yana devam eden bir risalet/nübüvvet çizgisinin devamı durumunda ise, aynı şekilde modern ve postmodern câhiliye ile kadim câhiliyeler arasında da esasta, mahiyette fark bulunmamaktadır.
İnsanların, kendilerini yaratan, yaşatan ve onlara emretme (hüküm) mercii olma konusunda ortağı bulunmayan Âlemlerin Rabbi Allah’ın yol göstericiliği karşısındaki tutumları, ilk insanlardan günümüze şu üç temelde gerçekleşmiştir:
1- “İşittik ve itaat ettik” teslimiyeti temelinde.
2- “İşittik ve isyan ettik” tuğyanı temelinde.
3- “İşittik ve fakat te’vil ve tahrif ettik” temelinde.
“İşittik ve itaat ettik” teslimiyeti ile “işittik ve isyan ettik” tuğyanı , ilki hidayetten, ikincisi dalâletten yana olmak üzere kendilerini açıkça konumlandıran iki tercihi ifade ediyor. İlki Âlemlerin Rabbinin ölçülerine ittibada, ikincisi ise hevaya ittibada karar kılmışlığa karşılık geliyor.
Oysa üçüncü şıktaki tercih, Türkçedeki “Ne serden ne yardan geçmek” deyiminde ifadesini bulduğu üzere, ne Allah’ın dininden ne de kendi hevasına tâbi olma yöneliminden vazgeçmeme şeklindeki bir nifak halinin neticesi olarak, hidayetle dalâletin arasını bulma, onları uzlaştırmaya çalışma gibi bir ikircikliğe denk geliyor.
Bu da, “işittik ve itaat ettik” teslimiyetinde Kitab’a tâbi olmak yerine, “kitabına uydurma” yaklaşımını doğuruyor.
İşte bugün, Kitab'a uymak yerine, Allah'ın dinini ve Kitab-ı Kerimini kendi hevalarına, çağdaş tağilerin ve tağutların, fâsık ve mücrimlerin hevalarına uydurmaya yönelik bir çabayla, İslam'ın temel hükümleri arasında yer alan başörtüsünün farziyeti ve faizin haramlığı gibi hükümleri dahi çeşitli demagojilerle buharlaştırmaya kalkışan tahrifçilere tanıklık ediyoruz.
Tabii ki bu gibi tahrif çabaları salt bugüne has bir durum değildir. Rabbimiz, önceki ümmetlerden söz ederken “kelimelerin yerlerini değiştirme” gibi bir tahrif çabasından da söz etmektedir:
“…Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler. Kendilerine hatırlatılanların bir kısmını unuttular…” (Mâide, 5/13)
Yunus sûresi 15. âyette bildirildiği üzere her çağın müstekbirleri, müminlerden "Kur'an'ı değiştirmelerini veya kendi hevalarına tâbi olan ve bâtıl işleyişlerine müdahil olmayan yeni bir Kur'an getirmelerini" talep ederler.
İşte bugün, Kur'an'ın kelime ve kavramlarına kendi hevalarına göre anlamlar yüklemeye ve onun bütünlüğünü ve temel bağlamı olan Rasulullah (a.s.)'ın müşahhas örnekliği (sünneti) bağlamını ortadan kaldırarak İslam'ın ahkâmını ortadan kaldırmaya çalışanlar, bugünün müstekbirleri adına "Kur'an'ı değiştirmeye ve yeni bir Kur'an getirmeye" kalkışan modern ve postmodern Samiriler konumundadırlar.
Bunlar, insan hevasına dayalı günümüz seküler/laik câhiliyesi adına, İslam'ı ahkâmından soyutlanmış ve böylece "protestanlaşmış" bir mânevi öğretiye, mâbed dinine indirgemeye çalışmaktadırlar.
Bizler, dini anlama ve anlatmada ruhban sınıfı tekeli oluşturulmasına dayalı "Katolik" mantığın bâtıl olduğunu Kur’ani ölçüler çerçevesinde ifade ettiğimiz gibi, sâbitesi olmayan, ahkâmından soyutlanmış, herkesin dilediği şekilde anlayıp yorumlayabildiği, kişilerin indî ve keyfî yaklaşımlarına açık bir din tahayyülüne dayalı "Protestan" mantığın bâtıllığını da ifade etmek durumundayız.
Maalesef sözünü ettiğimiz “Katolik” mantık, tarihsel süreçte Müslümanlar arasında kendisini gösterdiği gibi, son birkaç asırdır Batıdan esen ilhad rüzgârlarının etkisiyle “Protestan” mantık da, “Ankara İlahiyat” gibi kimi akademisyen çevreler başta olmak üzere kendisine zemin edinebilmiştir.
İslam, Kur'an’la belirlenmiş ve Nebevi sünnetle müşahhaslaştırılmış sâbiteleri ve kıyâmete kadar geçerli ahkâmı ile bütüncül bir hayat nizamı olan yegâne hak dindir.
Bu dini anlayıp anlatmak da, iman-amel bütünlüğünde takva üzere Rabbine yönelen tüm Müslümanların ortak hak ve sorumluluğudur. Bu alandaki denetimin mercii ise Müslümanların kolektif bilincidir.
Müslümanlar arasında ilimde derinleşenler (râsihûn) olacaktır, olmalıdır. Fakat bu asla dini anlama ve anlatma konusunda bir “din adamları” sınıfına tekabül etmemektedir. Zira tüm müminler Kur’an’aın doğrudan muhataplarıdırlar ve ilim tahsili ile mükelleftirler. Bu sebeple de İslam’da taklide değil, tahkike dayalı bir ittiba öğretisi vardır.
Her mümin Kitab-ı Kerim’le doğrudan muhatap olmakla birlikte, “Hablullah’a (Kur’an’a) hep birlikte sarılın…” (Âl-i İmran, 3/103) beyanında da ifadesini bulduğu üzere İslam’ın, kolektif bir bilinç ve yönelim inşa etme hedefi vardır. “Hakkı tavsiye”, “emri bil ma’ruf” gibi yükümlülükler de bu kolektif inşaya yönelik mükellefiyetlerdir.
Dolayısıyla, evet İslam’da, dini anlama ve anlatmayı tekellerinde bulunduran bir ruhban sınıfı yoktur, fakat önüne gelenin İslam’a dair, onun esasları ve bağlamlarını yok sayan indî ve keyfî yorumlar yapma hakkı da yoktur.
Günümüzde kimileri, geleneksel “ruhban sınıfı” anlayışına itiraz adına, İslam’ı her türlü bağ ve bağlamından uzak olarak kendi keyiflerince yorumlamaya kalkışarak tam anlamıyla “Protestan papazlığı” rolüne soyunmaktadırlar.
İşte biz bu mütevazi çalışmada, İslam’ı, Rabbimizin onunla ilgili belirleyip bildirdiği bağ ve bağlamlarından kopararak indî/keyfî yorumlara açık hale getirmeye, onu kendisine “ed-Din” niteliğini kazandıran ahkâmından soyutlayıp mânevi bir öğreti ve mâbed dinine indirgemeye çalışan içimizdeki “Protestan papazları”na ve onların yorum adı altında gerçekleştirdikleri tahriflere değinmeye çalışacağız.
Gayret bizden, başarı Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’tandır.
Şükrü Hüseyinoğlu