Hava sıcak... Ufuklar sarı... Ve zaman yuvarlanamayan koca bir kaya gibi!..
İki ayak şu yöne ve iki ayaksa bu yöne doğru toprakta izler bırakırken, karşılaşırlar...
Tesbihi elinde, dudakları kıpırdayan derviş; başını kaldırıp, güneş tarafından gelen karaltıya bakar, kısılmış gözleriyle...
Yazması başında savrulan, alnında ter damlacıkları parlayan bir genç kızdır gelen, al al olmuş yanaklarıyla... Ucundan tuttuğu eteğinin içi doludur ve tepe bayır aşarak hızlı hızlı yol almaya çalışmaktadır...
Derviş, meraklanır onu görünce...
-“Nereye gidiyorsun böyle” diye sorar kıza... “Ve ne taşıyorsun kucağında?”
Durur kızcağız. Şöyle bir soluk alır... Taaa uzaklara bakar sonra. Bir noktaya takılır gözü. Elini uzatarak;
-“İşte orada” der... “Oradaki tarlada sevdiğim çalışıyor. Ona elma götürüyorum...”
Derviş bir uzağa bakar, bir iyice doldurulmuş eteğe...
-“Kaç tane bu elmalar” diye sorar...
Bir yandan dudağını büküp omzunu kaldırır genç kız; “nerden bileyim” anlamında... Diğer yandan da heyecan kanatları tekrar açılır sırtında. Yürümeye başlarken büyük büyük gülümser...
Fakat bu defa o merak etmiştir; hayret ve şaşkınlık arası, sorar dervişe:
-“İnsan” der... “İnsan hiç, sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı?..”
Derviş kala kalır orada, öylece...