Adnan ONAY
12 Eylül ve Odağındaki Din
Eylül denince bizim kuşağın ilk aklına gelen ilk şey, bu ülkenin en acı dönemi olan 12 Eylül 1980 darbesidir. Bu darbe ve yaşanan süreçler hem yaşananlar, hem de sonuçları itibarıyle hiçbir zaman unutulmayacak bir süreçtir.
12 Eylül darbesine gelinceye dek bu ülkenin insanları birbirlerini öldürme yarışına girmiş, çatışan gruplara devlet içindeki çeşitli mekanizmalardan destekler olmuş, siyasiler soruna çare bulmak yerine iktidar kavgası içerisine girmiş, sonuçta, “bu şartlarda askerlerin duruma el koymasından başka çare yok” diyenlerin sayısı çoğalmış, ardından da darbe kafamızda patlamıştı.
Ardından hepimizin bildiği tablolarla karşılaşılmış, koca ülke darbecilerin güdümünde ölümlerle, işkencelerle izleri silinmeyecek acılara bürünmüştü.
Yetmemiş, 12 Eylül, ayrıca (Dıyarbakır cezaevindeki işkenceleriyle)40 yıldır başımıza bela olan Marksist Kürtçü terör örgütü PKK’yı doğurmuştu.
Darbeler tarihine dönüp baktığımızda anlaşılıyor ki, bu ülke ABD’nin bölgeyi yeniden dizayn etmeye ihtiyaç duyduğunda her zaman kilit bir ülke durumunda.
O nedenle ABD’nin hedeflerine ulaşmak için öncelikle başvurduğu yöntem bir NATO ordusu olan TSK içerisinden birilerini işbaşına getirmek, onlar eliyle ülkeye dilediği kararları aldırmak ve halka da onlar eliyle gerekli gördüğü acıları tattırmak, gelecek projeleri için yeni bir şiddet sarmalı oluşturmak.
ABD’nin ülkelere el koyma adına son versiyon modeline baktığımızda; iç savaşlarla, ülke insanlarını birbirine kırdırmak, bunun İçin kitlesel terör örgütleri yaratmak, her tür ayrılığı bu çatışmalar için kullanmak, sonrasında kukla hükümetler kurdurarak gelecek projesini gerçekleştirmek ana model olarak ortaya çıkmakta.
Bu projeyi uygulamakta ne derece başarılı olduklarını zaman gösterecek ancak, bu hedef uğruna bölgemizi kan gölü haline getirmeyi başardıkları bir gerçek.
Bunun için uzun süredir çalışma yaptıkları bugüne gelinceye dek yaşadıklarımızdan anlaşılıyor.
Bizler 12 Eylül’e gelişi sol, sağ gibi ideolojik bir kavganın sonucu sansak da burada kullanıma sokulan asıl unsurun din olduğunu görmek gerek.
12 Eylül öncesinde siyasal islamın ülkeyi silahlı eylemlere sokarak darbeye imkân sağlayacak bir potansiyelinin olmaması, sadece darbeye hak verdirecek psikolojik destekçi unsurlar olarak kullanılabilecek pozisyonda oldukları dikkate alınarak dini ve devleti koruma görevi adına karşıt güç olarak ülkücüler ileri sürülmüştür.
Önce, Avrupa’nın sol, sosyal demokrat öykünmeciliğiyle ortaya çıkan sol ABD bağımlılığından kurtulmak gerektiğini öne sürerek bu ülkeleri model olarak benimsemiş, daha sonra bilhassa gençlik grupları Avrupa ülkelerine uygun modellerin kurtarıcı olamayacığı iddiasıyla dinsiz ülkeler olarak nitelendirilen Sovyetler, Çin, Arnavutluk gibi devletlerle entegre olmak veya Türkiye’de onlarınkine benzer bir sistem kurmanın tek kurtuluş yolu olduğuna inandırılmıştı.
Bununla birlikte, bu sonuca varabilmek için silahlı mücadelenin şart olduğuna inandırılan gruplar ortaya çıkmış, küçük farklarla benzer bir sürü örgüt türetilmişti.
Materyalizmi ve silahlı eylemi merkeze oturtan bu gruplara karşı devleti ve dini korumak, komünist bir sisteme engel olmak için bu gruplara aynı şiddetle cevap verebilecek bir güç olarak ülkücüler görülmüş, böylece onlar da silahlı güç olarak solcuların karşısında yerini almıştı.
Yani, 12 Eylül’e gelinen süreci belirleyen silahlı çatışmaların ana unsuru , dinsiz bir devlet kurmak isteyenlerle, din ve onunla harmanlanmış vatanı korumak düşüncesinde olanların çatışmaları olmuş, bu nedenle darbenin yapılması kolaylaşmıştır.
12 Eylül sonrasında da gerek islam coğrafyasının/bölgenin, gerekse ülkenin yeni bir çatışma dönemine sokulması için din yine ana unsur görevini üstlenmiştir.
Afganistan’ın işgaliyle birlikte ABD destekli olarak din adına çeşitli radikal gruplar oluşturulmuş olup sonrasında bu örgütler ABD’nin bölgeyi yeniden dizaynı için çatışmaların aracı olarak kullanılmıştır.
Bu örgütlerin yanı sıra hedef ülkelerin yapılarına uygun şekilde ılımlı dini yapılar da büyütülerek devlet içinde palazlanır hale gelmiştir.
Artık günümüzde gerek ılımlı haliyle, gerekse tasavvufi veya silahlı radikal haliyle iktidar değişimleri veya darbeler dini grupların kullanımı üzerinden gerçekleştirilmektedir.
Bu yöntem çoğu ülkelerde uygulamaya sokulabilmiş, başarılı olunamayan ülkelerde bu yapıların kontrolünü elinde tutan iktidarların iş başında olması emperyallerin sonuç almasını engellemiştir.
Eğer, iktidarlar ABD’nin güdümündeyse veya onun bu yapıları devreye sokması halinde direnebilecek güçte değilse sonucun ABD’nin stratejilerine uygun hale gelmesi kaçınılmazdır.
O halde yapılması gerekli olan şey; dini grupların emperyal hedeflerin aracı olacak güçte olmasının önüne geçmek olmalıdır.
Eğer bu yapılar devlete sızar, iktidarlar onların kontrolü üzerinden ülkeyi yönetmeyi başarma gücünü bir güvence olarak görürlerse bunun tehlikeli bir yaklaşım olduğu anlaşılmalı.
Zira, iktidar gücü azaldığında veya iktidar emperyal güçlerle işbirliğine girecek olan siyasal bir kadronun eline geçerse bu yapılar aktif şekilde kullanılacak, ülke (geçmişte olduğu gibi)emperyallerin tarlası haline gelecektir.
Kalıcı önlem için yapılması verenler belli; Bireyi cemaat yapılarının dışında tutmayı başaracak bir bilince ulaştıracak zihinsel devrime ihtiyacımız var.
Bu ise devlet eliyle, eğitim/öğretimle zihinlere bu bilincin yerleştirilmesiyle mümkün.
Bunu kavrayamadığımız sürece tehlike hep yanıbaşımızda olacaktır..