Bizi biz yapan özelliklerimiz vardır.
Diğer insanlardan ayrı kılan.
Bu özellikler fiziki olduğu kadar, duygusal ve düşünseldir aynı zamanda.
Böyle olması yaratılışımızdandır.
Tek yumurta ikizlerinde fiziki benzerlik hat safhada olmasına rağmen, hayata ve olaylara bakışları değişiktir.
Farklılıklar, yaşadığımız her an varlığını hatırlatır bize, farklılıklarımız zenginliktir hayatımız için.
Bu özelliğimizden dolayı severiz veya kızarız birbirimize.
Kimi zaman ufkumuz açılır farklılıklardan, kimi zaman yalnızlaştığımızı duyumsarız.
Hayata dair kendimize has bakış, duruş ve tavır alışlarımız vardır.
Kendimiz;
Geleceğimiz, ümitlerimiz, korkularımız, kaygılarımız ve endişelerimiz vardır.
Ümitlerin, hülyaların ve endişelerin peşi sıra koşarız durmadan ve yılmadan.
Yorgun ve yılgın düştüğümüz zamanlarımız olur.
Oturur soluklanırız, yüklendiğimiz ağır yükün altından kalkmak için.
Bazılarımız, sonbahar mevsiminde dalından düşen yapraklar misali rüzgarın önünde savrulur, yönünü hep konjönktür tayin eder...
Ve ya alışık oldukları, atalarından gördükleri üzre yaşarlar…
Yaşamak denirse tabi buna.
Hayatlarını idame ettirecek rızkı teminle geçer günleri, ya da mal, mülk sahibi olmak için...
Helal ve haram gözetmeden, hak ve hukuk tanımadan, sadece kazanmak ve biriktirmek isterler.
İşin kötüsü başka dünyaları yoktur.
Kazandıklarını alsan ellerinden hayatlarının anlamını kaybederler.
Malsız mülksüz düşünemezler kendilerini.
Dertleri imanları kazandıkları mal-mülktür.
Umutları da kaygıları da bu dünya ile sınırlıdır, dünyada ebedi kalacakmış gibi yaşarlar.
Sorsan ölmeyecek misin? Diye.
Duymak istemezler bu soruyu, ‘Zamanı mı şimdi bunu hatırlatmanın’ der gibi bakarlar yüzünüze.
Bu dünyada geçici olduklarını unutmuş,
‘Bu benim, şu benim’ derdindedirler.
Oysa Yunus söylemiştir yıllar öncesinden, arı duru türkçesiyle;
‘Mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi?’ diyerek hatırlatmıştır bize geçiciliğimizi ve misafirliğimizi…
Mülkün mutlak sahibi olduğunu...
Oysa bir derdimiz olmalı, hayatın bir anlamı olmalı değil miydi?
Ötelerden sana, bana, bize ve hepimize seslenen, bir ses olmalı değil miydi?
Öyle ya bizi var eden mutlak yaratıcı, amaçsız mı yarattı bizi ve bu alemleri.
Bir amacı olmalı değil mi yaratılışımızın.
‘Oyun eğlence olsun’ diye mi var edildik?
Sahi niçin yaratıldığını anlamak gibi derdin oldu mu senin?
Hayatın gailesi içinde kendine sorduğun ‘Ben niçin yaratıldım’ dediğin.
Böyle can sıkan soruların oldu mu hiç?
Senin, İçini kemiren, durmadan rahatsız eden ‘kurdun’ oldu mu?
Hani ağacın içinde olur ya için için ağacı kemirir.
Varlığına dikkat kesilince ağaçtan ‘kırt kırt’ sesini, kemirişini duyduğumuz.
Sen bu kurdu ‘Vicdan’ diye düşün?
Senin vicdanın seni nereye çağırıyor?
Düşündün mü? Kulak verdin mi hiç vicdanın sesine, sana ne diyor dinledin mi?
Bencilliğe, sahiplenmeye, boş vermişliğe mi çağırıyor, yoksa iyiliğe, paylaşmaya, kendinden gayrısını anlamaya mı çağırıyor?
Sorduğu sorularla, çağırdığı yerle içini bir kurt gibi kemiriyor mu?
O ses seni neye, nereye çağırıyor?
O ses, dünyamızda yaşananlar için sana ne diyor?
‘Herkes hak ettiğini bulur ve yaşar’ diyerek sorumluluğunu unutmaya mı çağırıyor?
Yoksa, ‘Dünya büyük, hepimize yetecek kadar nimetlerle dolu bunları paylaşalım.
Herkes çabası oranında nasiplensin, sahiplenmekten vazgeçsin.
Kazandıklarını kazanamayanlarla paylaşsın, sevgi ve muhabbeti büyütsün mü’ diyor?