SURİYELİLERE YARDIM ETMELİ MİYİZ?
Suriyeli kardeşlerimize nasıl davranmalız? Yardım etmezsek vebâli olur mu? “Yurtlarını terk etmeselerdi…” gibi sözler söylemek doğru mu?
MÜ’MİN YARDIMESEVERDİR
Müʼmin, diğergâm insandır. Kendisinden önce din kardeşinin iyiliğini düşünebilen âlicenap insandır. Yüksek hayâ ve iffetinden dolayı insanlara el açamayan muhtaçları dahî, sîmâlarından tanıyacak kadar hassas ruhlu bir insandır.
Nitekim, infak ve fedakârlıkları yüksek bir gönül hassâsiyetiyle yapmak gerektiği, âyet-i kerîmede şöyle beyan edilmektedir:
“(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç peşinde dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (el-Bakara, 273)
MÜ’MİN MERHAMETSİZ OLAMAZ
Gerçek bir müʼmin, çevresindeki hiçbir muhtaca, kimsesize, çaresize bîgâne kalamaz. Duygusuz ve merhametsiz olamaz. En yakından başlayarak, ulaşabildiği en uzaktakilere kadar, bütün din kardeşlerinin dertleriyle gücü nisbetinde alâkadar olmak, bir müslüman için mühim bir îman mesʼûliyetidir.
MÜ’MİN KOMŞUSU AÇKEN TOK YATMAZ
Düşünmeliyiz ki bugün ulaşım vâsıtalarının ve iletişim imkânlarının çoğalması neticesinde, âdeta Dünya küçüldü, uzaklar yakın oldu. Dolayısıyla Dünyaʼnın öbür ucunda da olsa, ulaşabildiğimiz bütün din kardeşlerimizle âdeta komşu olduk. Bugün, bu şartların doğurduğu vazifelerimizin de farkında olmak zorundayız.
Zira her şeyin bir bedeli var. Âlemlere rahmet olarak gönderilen, müʼminlerin sıkıntıya düşmesi kendisine çok ağır gelen ve onlara karşı çok müşfik ve merhametli olan Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimizʼe ümmet olmanın da bir bedeli var.
“Komşusu açken tok yatan kimse (kâmil) mü’min değildir.” [Hâkim, II, 15/2166a.] buyuran Peygamber Efendimizʼin ümmeti olarak, bugün çok büyük bir mesʼûliyetle karşı karşıyayız.
SURİYELİ KARDEŞLERİMİZE YARDIM ETMEMENİN VEBÂLİ
Zira bugün memleketimize sığınmış olan üç milyona yakın Sûriyeli kardeşimiz var. Evini-barkını, malını-mülkünü terk etmek zorunda kalmış o “Muhâcirler”e kucak açan bir “Ensâr” olabilmek, bugün hepimiz için ilâhî bir imtihan mevzuu. Hayatta kalabilmek için meşakkatli göç yollarına düşen, bombalar altında ölmektense, insanca yaşayabileceği bir yere ulaşma ümidiyle denizlerin soğuk sularında can vermeyi göze alan mâsum yavrulara bigâne kalmak, bütün ümmet için ağır bir âhiret vebâli…
MUHACİR VE ENSAR ÖRNEĞİ
Cenâb-ı Hak bizlere ashâb-ı kirâmı örnek göstererek şöyle buyuruyor:
“(İslâm dînine girmekte) öne geçen ilk Muhâcirler (Mekkeliler) ve Ensâr (Medîneliler) ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allahʼtan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)
Cenâb-ı Hakkʼın rızâsına ve dolayısıyla büyük kurtuluşa nâil olabilmek için, bugün artık “sahâbe” olma imkânımız bulunmuyor. Fakat Cenâb-ı Hak, “Muhâcir ve Ensâr”ın yanında bir de, onlara “ihsân ile / iyilikle, güzellikle tâbî olan”, onların ahlâkıyla ahlâklanmaya gayret eden kullarını müjdeliyor. İşte o müjdeye nâil olabilme imkânı, kıyamete kadar gelecek bütün müʼminler için mevcuttur.
Bu hususta yapmamız gereken ise, Muhâcir ve Ensâr efendilerimizin fedakârlık ve gayretlerinden bizim de gücümüz nisbetinde hisse almamızdır.
Bu fedakârlığın mâhiyetini de şu âyet-i kerîme ne güzel îzah etmektedir:
“Daha önceden Medîneʼyi yurt edinmiş ve gönüllerine îmânı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zarûret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (el-Haşr, 9)
Demek ki kurtuluş, dâimâ fedakârlıkla mümkün. Esâsen, asırlar boyunca ilâhî hakîkatlerle yoğrulmuş olan örf ve geleneğimizde de bir “Tanrı misafiri” anlayışımız bulunmaktadır. Kim olursa olsun, isterse hiçbir yakınlığımız olmasın, kapımıza gelip bize sığınan misafire Allah rızâsı için kapımızı açmak, ona ikram etmek, aziz milletimizin alâmet-i fârikası olmuştur. Misafirperverlik, ecdâdımızdan bize yâdigâr kalan en kıymetli hasletlerimizden biridir. Misafirin gönlünü hoş tutmak, onları Allâhʼın emâneti bilip memnun ederek ağırlamak, toplum olarak mânevî bünyemizde mevcut olan aslî bir fazîlettir.
“YURTLARINI TERK ETMESELERDİ” DEMEK DOĞRU MU?
Fakat günümüzde, bu ruhtan uzaklaşarak âdeta özüne yabancılaşan birtakım nâdanların, vatanımıza sığınan mazlumlara yardımcı olmak bir tarafa, onlara âdeta burun kıvırarak;
“‒Onlar da yurtlarını terk etmeselerdi…” gibi avâmî sözlerle, izʼan ve vicdan dışı bir tavır sergiledikleri -maalesef- bilinmektedir.
Allah göstermesin ama, bir kış günü şiddetli bir zelzeleye tutulsak; “Aman canım, dışarısı çok soğuk, sıcak yuvamızı terk etmeyelim…” diyebilir miyiz? Evimiz başımıza yıkılmadan, can havliyle kendimizi dışarı atmaz mıyız? Bugünkü Sûriyeli kardeşlerimizin durumu da bundan farksızdır.
ECDADIMIZDAN ÖRNEKLER
Unutmayalım ki bizler, İspanyaʼda katoliklerin katliâmından kaçarak müslümanın merhametine sığınan yahudîlere, Yaratanʼdan ötürü yaratılana şefkat düstûruyla, insanlık nâmına ve mazlumu himâye adına kapısını açmış, ekmeğini bölüşmüş bir ecdâdın torunlarıyız.
O hâlde bugünkü Sûriyeli kardeşlerimize sahip çıkmamız, onları koruyup kollamamız, hem bir din kardeşliği vazifemiz, hem de bir insanlık borcumuzdur.
ÖLÇÜMÜZ ASHÂB-I KİRÂM OLMALI
Bu hususta kendimize toplumdaki gaflet ehlini değil, bize Cenâb-ı Hakkʼın “örnek nesil” olarak takdim ettiği “ashâb-ı kirâm”ı ölçü almalıyız. Hâlimizi, onların hâliyle mîzân etmeliyiz?
Düşünmeliyiz ki:
Biz, ihsan ve ikramlarımızla ashâb-ı kirâma ne kadar yaklaşabiliyoruz? Din kardeşimizi kendimize tercih etmek, onlara verilenlerden dolayı içimizde en ufak bir rahatsızlık duymamak ve nefsimizin cimriliğinden sakınmak hususunda, sahâbe efendilerimize ne kadar benzeyebiliyoruz?
Ashâb-ı kirâmdan Selmân-ı Fârisî –radıyallâhu anh-ʼa iki kişi selâm vererek:
“–Sen Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sahâbîsi misin?” diye sormuşlardı. O da:
“–Bilmiyorum.” cevabını verdi. Gelenler, acaba yanlış birine mi geldik diye tereddüt ettiler. Selman –radıyallâhu anh– sözlerini şöyle tamamladı:
“–Ben Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördüm, O’nun meclisinde bulundum. Ancak Allah Rasûlü’nün asıl sahâbîsi, O’nunla birlikte Cennet’e girebilen kişidir.” (Heysemî, VIII, 40-41; Zehebî, Siyer, I, 549)
Hâlbuki Selman –radıyallâhu anh-, yüksek fazîletleri sebebiyle en güzîde sahâbîlerden olmuş, Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimizʼin;
“Selman bizdendir, Ehl-i Beytʼtendir.”[3] iltifatına mazhar olmuştu. Buna rağmen o mübârek sahâbî, Allâhʼa kulluğunu, Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimizʼin sünnetine bağlılığını ve gayret-i dîniyyesini hiçbir zaman yeterli görmeyip dâimâ “havf ve recâ” yani “korku ve ümit” duyguları arasında titreyen bir gönülle yaşamıştır.
Bizler de Allah ve Rasûlüʼne itaatimizi, Ensâr ve Muhâcirlere güzellikle tâbî olma noktasındaki gayret ve fedakârlıklarımızı hiçbir zaman yeterli görmeyip son nefesimize kadar artan bir kulluk heyecanı içinde bulunmak mecburiyetindeyiz. Şâyet bizler de âhirette Peygamber Efendimizʼle, Muhâcirler ve Ensâr ile beraber olmak istiyorsak, bugün onların ahlâkıyla ahlâklanmalı, hayatımızın her safhasında onları adım adım tâkip etmeye gayret göstermeliyiz.
İşte bizim esas dikkat edeceğimiz nokta bu olmalıdır. Merhametimizi, ihsan seviyemizi, fedakârlık derecemizi dâimâ bu ölçüyle mîzân etmeliyiz…
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, Nisan 2016, Sayı: 362
islam ve ihsan