Ruh-u meşrutiyet şeriattandır; hayatı da ondandırHangi adam var ki, bütün ahvâli şeriata mutâbık olsun? Öyle ise şahs-ı mânevî olan hükûmet dahi.
Suâl: “Şimdiki meşrûtiyet, istibdat nerede? Onların harekâtı nerede? Hilâfet, saltanat nerede? Nasıl tatbik ediyorsun? Yekdiğerine musâfaha ve temas ettiriyorsun, aralarında karnlar ve asırlar var?”
Cevap: Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdâdın esâsı, kuvvet şahısta olur, kânunu kendi keyfine tâbî edebilir, hak kuvvetin mağlûbu. Fakat, bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas giyer. Bu zamanın modası böyle giydiriyor.
Zannolunmasın, istibdat galebe ettiği zaman tamamen hükmünü icrâ etmiş, meşrûtiyet mağlup olduğu vakit mahvolmuş. Kellâ! Kâinatta gâlib-i mutlak hayır olduğundan, pekçok envâ ve şuubât-ı heyet-i içtimâiyede meşrûtiyet hükümfermâ olmuştur. Cidâl berdevam, harb ise seccâldir.
Suâl: “Bâzı adam, ’Şeriata muhâliftir’ diyor?”
Cevap: Rûh-u meşrûtiyet, şeriattandır; hayatı da ondandır. Fakat ilcâ-i zarûretle teferruat olabilir, muvakkaten muhâlif düşsün. Hem de, her ne hâl ki, meşrûtiyet zamanında vücuda gelir! Meşrûtiyetten neş’et etmesi lâzım gelmez. Hemde,
hangi şey vardır ki, her cihetle şeriata muvâfık olsun; hangi adam var ki, bütün ahvâli şeriata mutâbık olsun? Öyle ise şahs-ı mânevî olan hükûmet dahi mâsum olamaz; ancak Eflâtûn-i İlâhînin medîne-i fâzıla-i hayaliyesinde mâsum olabilir. Lâkin, meşrûtiyet ile sû-i istimâlâtın ekser yolları münsed olur; istibdatta ise açıktır.
Suâl: İtiraz ettiğin şeye nasıl cevap veriyorsun?
Cevap: Ben libâsa ilişiyordum. Hükümet iyi bir adamdır. Pislerin libâsını giymişti. Biz o libâsı yırtmak ve yıkamak isterdik, olamadı. Zamana bıraktık; tâ yavaş yavaş yırtılsın. Evet, namazı kılıyordu, kıbleyi tanımıyordu; sonra tanıdı ve tanıyacaktır. Ehvenüşşerreyn, bir adalet-i izâfiyedir. Fakat kemâl-i telehhüf ile bağırıyorum ki, şiddete inkılâp eden fikr-i intikâmın tedâhülü ve heyecânâtı intâc eden tecrübesizlik, üzerimize emri şiddetlendirdi, pahalaştırdı. Muvakkaten, bir nevî karanlık çöktü. Emîn olunuz ki, çekilecektir.
Suâl: “Neden makine-i ahvâl güzelce işlemiyor?”
Cevap: Zîrâ tecrübe, hamiyet, nûr-u kalb ve nûr-u fikri cem’ edenler, vezâife kifâyet etmezler. Bâzı ehl-i gayret ve hamiyette, meyl-i tahrip
meleke olmuş; tâmire pek alışık değildir. Bâzı ehl-i tecrübe ve tâmir ise, eskisine bir derece meyil ile, istidatları pek müsâit değildir. Demek, bize bir nesl-i cedîd lâzımdır.
Bunu da cidden söylüyorum: Eğer, meşveret şeriattan bir parmak müfârakat ederse, eski hâl yüz arşın ayrılmıştır.
Suâl: “Neden?”
Cevap: Bir ince teli, rüzgâr her tarafa çevirebilir. Fakat içtimâ ve ittihat ile hâsıl olan hablü’1metin ve urvetü’1-vüskâ değme şeylerle tezelzül etmez. İcmâ-ı ümmet, şeriatta bir delil-i yakînîdir. Rey-i cumhur, şeriatta bir esastır. Meyelân-ı âmme şeriatta mûteber ve muhteremdir.
İşte, bakınız: Eski padişahların irâdesini, Ermeni rüzgârı ve ecnebî havası veya vehmin vesvesesi esmekle çevirebilirdi. O da, sükûta rüşvet-i mâneviye olarak, birçok ahkâm-ı şeriatı feda ediyordu. Şimdi kapı açıldı; fakat, tamamı ileride. Üç yüz ârâ-i mütekâbile ve efkâr-ı mütehâlife hak ve maslahattan başka birşey ile musâlâha etmez veya sükût etmezler. Hak ve maslahat ise, şeriatta esastır. Fakat kâide-i şer’iyesince
Zarûretler haramları mübah kılar. bâzan haram bildiğimiz şey, ilcâ-i zarûretle vâcip olur. Taaffün etmiş parmak kesilir; tâ el kesilmesin. Selâmet-i millet, cevher-i hayata tevakkuf etse, vermekten tevakkuf edilmez; nasıl ki, edilmedi. Dünyada en acîb, en garibi, rûhunu iftiharla selâmet-i millete fedâ edenlerden, bâzan garazında menfaat-i cüz’iye-i gurûriyesinde buhl eder, vermiyor.
Demek, şeriatı isteyenler iki kısımdır: Biri, muvâzene ile zarûreti nazara alarak, müdakkikâne meşrûtiyeti şeriata tatbik etmek istiyor. Diğeri de, muvâzenesiz, zâhirperestâne, çıkılmaz bir yola sapıyor.
(Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Münazarat adlı eserinden bölümler)
Ronahiyaislam