Garantili yatırımlar dolarla, ihracat dolarla, dış borç dolarla, ithalat dolarla, dış kredi dolarla, dış kredili yatırımın maliyet girdisi dolarla vs.vs..
O halde, ihtiyacımızın olduğu birçok şey dolarla ise birikimlerin de dolara dönüşmesi kaçınılmaz.
Bunun yanı sıra Dünya tarihine baktığımızda krizler, savaşlar halinde en konvertibil değer altın.. İnsanlarımız, Dünyanın gidişatına, etrafımızda olup bitene bakınca altın biriktirmeyi de ikinci bir seçenek olarak görüyor.
Bu tür şeyler üzerinden birikimlere yöneliş o derece ki, bankalar faiz düşürdüğünde birçok kişi kredi çekip dolara, altına yatırıyor. Velhasıl, TL.’ den kaçıp Bankaya, kasaya, yastık altına giren doların, altının miktarı kaçınılmaz şekilde artıyor. Piyasa şartlarının yanı sıra dini inançlar da bu tür birikimlere yönelişi kolaylaştırıyor.
Bankalardaki döviz hesapları 300 milyar dolara yaklaşmış durumda. Bu rakam toplam mevduatın % 63’ ünü oluşturuyor. Yani hala bankalarda %37 civarında TL. birikimi var. Bankalardaki toplam mevduat miktarları da giderek artıyor. Yurt dışı bankalara ülkemizden açılan hesapların toplam miktarının da oldukça yüklü bir miktar olduğu tahmin ediliyor..
Türkiye, ödemeler dengesi bozuk, yüklü miktarda dolar ve faiz borcu olan, cari açığı kapanmayan, içinde bulunduğu şartlar gereği dövize fazlasıyla ihtiyaç duyan bir ülke. O nedenle döviz kazanma adına ihracat ve turizm gelirlerine ihtiyaç duyuyor. Aksi halde dış borçlar ödenemiyor, cari açık da yurt dışına faiz aktarımına yol açıyor.
Dövize olan ihtiyaç her geçen gün daha da artıyor ve bu sıkışmanın TL.’nin dolar üzerindeki dolar baskısını azaltmakla giderilebileceği düşünülüyor ve böylece TL.’nin döviz karşısındaki değeri düşürülüyor.
Bunu sağlamanın en kolay yolu da faizi düşürmek. !
Faizi düşürme ihtiyacının bir önemli nedeni de Babacan politikası olan piyasaları inşaat sektörüyle canlandırma sonucu eldeki stoğun düşük banka kredileriyle eritilmek istenmesiydi.. Sonuçta da arzu edilen oldu ve insanlar düşük kredilerle (ihtiyaç ötesinde)emlak ve araç alımına yöneldiler. Stoklar azalınca krediyle alınan emlakların değerleri ani olarak yukarıya sıçradı, bu arada yeni inşaatlar da devreye girdi, araçların fiyatları yükseldi, piyasada araç bulunmaz oldu.
Böylece ilk fiyat yükselişi, piyasa paniği inşaat sektörü ve otomobil sektörü üzerinden başlayarak dalga dalga yayıldı. Ancak, ortada bir panik olsa da fiyatların ani sıçraması fiyatların daha da yükseleceği düşüncesini tetikledi ve bu sektörlerdeki ürünlere talebi artırdı.
Bu hareket iktidar çevresini ‘faizlerin düşürülmesi, kredi faizlerinin dibe çekilmesi halinde piyasaların sürekli canlı tutulacağı, ihracatın, turizm gelirlerinin artacağı’düşüncesine itti ve böylece faizin düşürülmesi iktidarın ana hedefi haline geldi.
Sonuçta; faiz çıkışıyla para piyasaları alt üst olmaya başladı. İçeride dolar değerlenince birikimler dolara kaydı. Doların artışı altını da fırlattı ve altına da yöneliş arttı, TL.’den kaçış hızlandı. Hızla TL.’nin değeri düştü, enflasyon arttı, piyasalarda panik başladı. Devletin kamu mallarına yüksek zammı da paniği artırdı. Spekülatörler de bu bulunmaz anı fırsata dönüştürdü ve herkes, geleceğini güvence altına alma adına elindeki ürüne kafasına göre zam bindirmeye başladı.
Faiz, ekonomilerin sağlamlığını anlamak İçin bir ölçü olduğundan her ülke faizi sıfıra indirmeye çalışır. Bunu ekonomiyi güvene kavuşturma adına yapar. Bu ekonomik bir gereklilik. Bunun için işin içine dini yaklaşımlar karıştırmaya gerek yok. Eğer böyle bir nedenle hareket edilirse ekonominin gerçekleri gözardı edildiği düşünülür, piyasalar panikler.
Bugün yaşadığımız krizin temelinde ağırlıklı olarak bu yanlış sunumun da olumsuz etkisi var. Bu sunum şekli belki dini tabanın iktidara teveccühünü artırır ama atılan taş, bu derece kurbağa ürkütmeye değmez.
Bundan sonra geri dönmek mümkün görünmediğine göre yeni çözüm yolları üretmek gerek. Türkiye’nin ekonomik potansiyeli, büyüme oranları, halkın birikimleri dikkate alındığında piyasaları dengeye oturtmak mümkündür. İktidar bu ortamdan çıkışı sağlamak, bunu kısa ve orta vadede başarmak zorundadır. Zira, 20 yıllık süreç gösterdi ki, millet bu iktidara güven duymaktadır. Muhalefete olması gereken düzeyde güven yok.. Eğer halk, muhalefeti tercih ederse bu (yerel seçimde olduğu gibi) bir kısım hatalar sonucu adeta zorla oraya itildiğindendir.. Sonrası da pişmanlıktır. İşte İstanbul’un hali ortada..! Hizmet sıfır ve PKK uzantıları İstanbul’a demir atmış durumda.! Şimdiden, açık açık “İstanbul, Kürdistan’ın en büyük şehridir” diyorlar.!
Bana birçok arkadaşım; “Bu iktidar döneminde uğramadığınız haksızlık kalmadı, nice maddi zarar gördünüz hala neden iktidarı savunuyorsun” diyor.
İyi de, kişisel zararlarımız nedeniyle ülkeyi ateşe mi atalım?
Görmüyor musunuz, muhalefet o kadar aciz ki, hala bir ortak aday dahi çıkaramıyor, Abdullah Gül etrafında dönüp duruyor. Eğer Muhalefet, içinden çıkaracağı kişinin bu ülkeyi yönetebileceğine inanmıyor, Ak partinin dışladıklarına ümit besliyorsa, bu devlet böyle bir muhalefete teslim edilebilir mi?
Türkiye, gelinen noktada büyük ve güçlü olmak zorunda olan bir ülke. Avrupa’yla, Asya’yla, Amerika’yla,Afrika’yla ilişki geliştirip buralarda etkinliğini artırarak bu gücü elde etmesi gerek. Bu derece çapı büyümüş bir ülkeyi sıradan kişilerin yönetmesi mümkün değil. Sonuçta eyvah para etmez.!
Etrafımız ateş çemberi. Türkiye, emperyallerin hedef ülkesi. Bölünmek ve yeni haritalarda küçültülmek, yok edilmek istenen bir ülke..
O nedenle bu iktidarın hata yapma lüksü yok! Milletin güvenini kaybedip iktidarın mevcut muhalefete geçmesi halinde ülke tehlikelerle karşı karşıya kalacak.
Ülke kaybedecek, hepimiz kaybedeceğiz..