Sabahın insana canlılık ve neşe veren temiz havasını içime çekerken, güneş nazlı ışıklarını, toprak damın arkasından yeni göstermeye başlamıştı.
Taze çimen kokusuna ve çiğ düşmüş toprak kokusuna karışan yeni sağılmış süt kokusu, insana ayrı bir iç huzuru veriyor.
Sürüye katılan inekler, danalar, bir bir ahırlardan, avlulardan yola koyulurken çıkardıkları toz, güneşin ilk ışıklarıyla göğe yükseliyor.
Bir çift güvercin, sabaha seranat edercesine, havada taklalar atıyor.
Kadınlar, erkekler hatta çocuklar hep ayakta.
Bacasında duman tüten şu taş yapılı evden, pişen ekmeğin kokusu geliyor. O evden, elinde kuzine fırından yeni çıkmış, dumanı üstünde, peynirli bir ekmek ile al yanaklı semiz bir çocuk, şarkılar söylüyerek okula gidiyor. Cırcırlı siyah çantası kolunun altında.
Avludan çıkarken, minnacık yavru bir kediye sesleniyor. Kedicik koştura koştura sevinçle çocuğa geliyor. Çocuk elindeki ekmeğinden bir parça bölüp, eğilerek kediye veriyor.
Verirken, kediyi öyle bir okşuyor ki sanki kardeşini seviyor.
Harmanda, bir o yana bir bu yana zıplayan kuzular.
Yeni uyanmış bir arı vızıltısı.
Tavuklar, kümeslerinden çıkmış, horozlar onlara volta atıyor.
Babaennem, kuşluk namazı kılıyor.
Yüzlerinde soylu çile çizgili alınları, nasırlı elleriyle insanlar, telaşsız, sakin, dingin bir eda ile işlerine koyulmuş.
Saatin akrebi ve yelkovanı telaşlı bir kovalamacadan daha çok, tıkır tıkır, dostça bir yolculuk yapıyorlar sanki taşra zamanlarında.
Genç kızların geleceğe ait düşlerinden alınmış bir beyazlık var gökyüzünde.
İnsanlar, zamanın şifa veren sabrıyla yüklü.
Pır pır uçan kelebekler, çiçekten çiçeğe raks ediyor.
Beş köşeli kasketiyle dedem, bir yandan pilli eski radyosunda, TRT'den türkü dinliyor, bir yandan da sarı çizgili, ince belli çay berdağı ile höpürdeterek çay içiyor.
İçen de, bardak da, çay da, çok asil duruyor.
İçilen çayın sesi, beyaz badanalı duvarlardan, ahşap tavana çarparak tüm odaya yayılıyor.
Dedem, seher vaktinin sırrına ermek için, erkenden kalktı, hayvanlara baktı.
İşini tamam edip, keyifle çayını yudumluyor. Onu seyrederken bile insan keyif alıyor.
Belki birazdan boz eşeğine binip, "deh" deyip tarlaya gidecek.
Bizim boz eşek, hayli enteresandır.
Tarlaya giderken adım attırmaya güç yetmez. Ame gelirken tayyare keslilir.
Küçük, beyaz tüylü sevimli sıpasına bir an önce kavuşmaktır tüm derdi, belli...
Köyde bütün çocuklar onunla dosttur.
Gerçi taşra çocukları kiminle dost değildir ki; kediyle, köpekle, eşekle, inekle, kuşlarla, dağla, toprakla, ağaçla, suyla...
Dahası insanla...
Bunlarla dost olmayan, insanla nasıl dost olsun değil mi?
Aha işte, kardan, yağmurdan kevgire dönmüş yolun başında, yüreklere kimi zaman hüzün, kimi zaman neşe salan kornasıyla 303 Necati geliyor.
Gurbetten gelenleri getirdiğinde bütün köy, neşe dolar o sesle... Gelenlerin müjdecisidir o ses. Yıldırım gibi köyün girişine koşulur, köye gelenleri karşılamak için.
Gidenleri gönderirken ise duymak istemez kimse o sesi. Ellerde bir maşrapa su ile yolcu edilir gidenler.
Hasretin eteşi, günlerce harlanır durur yüreklerde.
İşte ben de hazırım.
Elimde sarı tahta valizim.
Cebimde umutlarım.
Gönlümde, biriktirdiğim hasretlerim.
Yüzümde saklamaya çalıştığım hüznüm.
Birazdan bu otobüse bineceğim.
Muvain Recep, yine bir kaset koyacak.
Hasrete hasret katacak.
Dağlar ovalara, ovalar nehirlere, nehirler yollara eklenecek.
Hasretler, bir bir gözümde tütecek.
Kimbilir, sılaya bir daha ne zaman gelinecek?
(Fotograf: Alaybeyli Köyü- Talas Kayseri)