Para piyasası kısa vadeli, kısa vadede kar getiren ve bu karı garanti eden bir piyasadır. Herhangi bir üretim meydana gelme şartı olmadan, geçmişte meydana gelmiş olan karların kısa vadeli fon ihtiyaçlarının karşılanması için alınıp satıldığı bu piyasanın süreklilik arz etmesi ekonomide tahmini güç ve telafisi son derece maliyetli sonuçlara yol açtığı bilinmektedir. Bu yüzden merkez bankaları vasıtasıyla çeşitli sınırlayıcı düzenlemelere gidilerek bu etkinin minimize edilmesi ve zamana yayılması amaçlanmaktadır. Bu sınırlandırmalar sadece ülke içerisinde değil, globalleşen piyasalar nedeniyle bölgesel ya da küresel düzenlemeleri de gerektirmektedir. Avrupa Birliği Merkez Bankası ya da FED gibi… Yine bu piyasanın aracı kurumları olan bankalar sıkı denetim ve gözetim altındadır. Örneğin Türkiye’de bu iş BDDK tarafından yürütülmektedir. Yine de zaman zaman tüm dünyayı etkileyen krizlerin oluşmasının önü alınamamaktadır. Amerika’da çıkan ve bütün dünyaya yayılan mortgage krizinin böyle bir ‘balon’ patlaması sonucu çıktığını hatırlatmak isterim.
Üretimi finanse etmedikçe rant, yani gerçekte mal ya da hizmeti temsil etmeyen ‘balon’ niteliğindeki bu ekonomi, yaygın olarak uygulandığında bir “saadet zinciri” oluşturarak kısa vadeli etkiler meydana getirecektir. 1990’lı yıllarda Türkiye’nin yaşadıkları da aslında böyle bir sorun ve böyle bir sonuçtur. Zira devletin yüksek borçlanma ihtiyacı, faizlerin oranlarını görülmemiş ölçüde yükseltirmiş, vadelerini birkaç aya kadar indirmiştir. Böylesine yüksek faiz gelirinin (rant ekonomisinin) yaygınlaştığı bir ortamda kişilerin yatırım yapıp büyük riskler almasını beklemek gerçekçi değildir. Nitekim böyle de olmuştur ve süregelen uygulama 2000’li yılların başından itibaren büyük bir ekonomik bunalımla sonuçlanmıştır. İşte reel sektörü finanse eden ve riski dağıtan katılım bankası anlayışının böyle bir sonuca yol açması beklenmemektedir. Konvansiyonel bankalar da bunu yapabildiği ölçüde başarılıdır.