İç ve dış siyasette geçtiğimiz hafta oldukça yoğun geçti.
Normalde yaz dönemleri, hele Ağustos ayı dünyanın her yerinde tatil ayıdır. Herkes güzden önce, yeni dönem başlamadan kendini dinlenmeye alır, rutin işler dışında yeni taahhütlere girmez. Ama özellikle birkaç yıldır Türkiye’de böyle olmuyor. Dünya da farklı değil.
İç politikadaki tartışmalar hepimizin malumu.
İstanbul barosuna teröristin fotoğrafının asılmasından, 30 Ağustos kutlamalarının politize edilerek, tartışmaya açılmasına kadar bir dizi olay mevcut. Bu yazımızda bunlardan ziyade dış politikada olup, bitenlere vakit ayırmak istiyorum.
Doğu Akdeniz kaynıyor.
Türkiye’nin denizlere inmesi, uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarına sahip çıkmaya başlamasıyla beraber bölgemiz daha fazla hareketlendi. Suriye’nin istikrarsızlaştırılması, Libya’da dengelerin bozulması, Mısır’da demokratik yönetimin alaşağı edilerek diktatörlük düzeni kurulması ile Lübnan, Filistin ve Katar’a uygulanan baskı, şiddet ve terörü beraber okumak gerekiyor.
Akdeniz’de gazı ilk İsrail keşfetti.
1999 yılında. Akabindeki gelişmeleri bunun üzerinde okumak gerektiği kanaatindeyim. Hangi anlaşmaya binaen olduğunu bilmediğimiz biçimde terörist başı Öcalan’ın yakalanarak Türkiye’ye teslim edildiği, Türkiye’de depremin olduğu, akabinde ABD başkanı Clinton’ın Türkiye’yi ziyareti ve AB’nin verdiği üyelik statüsü hep aynı yıl gerçekleşti. Türkiye’yi önce bastırdılar, sonra sus payı vererek susturdular. Bunu da Ecevit’in başbakanlığında ANAP ve MHP’nin ortak olduğu hükümet eliyle yürüttüler.
Doğu Akdeniz’in altında zengin gaz ve petrol yatakları olduğu biliniyor.
Şimdiye kadar çok ciddi rezervler keşfedildi. Daha büyük kaynakların henüz keşfedilmeyi beklediği gerçeği bölgemizi ciddi derece tehdit ediyor. Rusya’dan ABD’ye, Fransa’dan İtalya’ya kadar herkes burada. 2010 yılında başlatılan ve hepimizi heyecanlandıran Arap Baharı’nın başka amaçlarla tasarlanmış olduğunu fark ettik. İstikrarsızlaşan bölgemiz bu yamyamlara daha uygun hale getirildi. Bu kaynaklar bölge ülkelerini ve halklarını riske attı.
Bu dönemde bizim şansımız ülkede istikrarlı bir tek parti hükümetinin olması, hükümette görev alanların milli bağımsızlığa son derece önem vermeleri, savunma sanayiinde kat ettiğimiz çok ciddi mesafe, 15 Temmuz’la ordumuzu ve devletimizi millileştirmemiz, PKK belasını bertaraf etmemiz, ekonomimizin nispeten bağımsız hale gelmesi ve halkıyla bütünleşmiş ve devlet anlayışının tesis edebilmemizdir.
Bölgede gözü olanlarsa eski güçlerinde değil.
Fransa’da uzunca süredir OHAL var, ABD karışık, Rusya hala muhalifleri zehirleme derdinde, İtalya ekonomisiyle ve sanayisiyle gerileme döneminde, İngiltere AB’den çekildi…
Bütün bu konjonktür Türkiye’nin elini güçlendiriyor.
Suriye ve Libya’da dünyaya uygulamalı olarak gösterdiği savunma sanayi teknolojisi herkesi şaşırtmaya devam ediyor. Daha geçen gün Oruç Reis gemimizi taciz etmek isteyen Fransız savaş gemisinin bütün sistemlerinin nasıl olduğunu bilemedikleri bir teknoloji ile Türkiye tarafından kilitlenmesinin şokunu atamayan sadece Fransa değil, tüm AB ülkeleri durumu kabullenmekte zorlanıp, türlü tehditleri savurma noktasına geldiler.
Oysa biliriz ki, ısıracak köpek dişini göstermez. Bunlar havlamanın ötesinde ısıracaklarını bas bas bağırıyorlar. Buyrun, ısırın.
Kanaatimce Karadeniz’de keşfedildiği açıklanan rezervler devede kulak.
Cumhurbaşkanımızın ‘Türkiye’yi seviye atlatacak’ dediği keşif bu olmuş, olamaz. Zira Cumhurbaşkanı bu kadarlık bir kaynağa fit olacak bir kişi değil. Maksimalist. En fazla ne kadar olabiliyorsa, o kadar olsun diyen biri.
Bu birinci adım demek istedi. Muhatapları durumu anladılar.
Halihazırda keşfedilmiş olan yatakları birer birer açıklayacaklar. Zamana yayarak açıklamak, ülke içinde olup da yüreği dışarıdakilerle atanlarla dışarıda olanların hazmetme kapasitelerini düşünerek, tercih edilmiş bir taktik gibi geldi bana.
Bölgede psikolojik harp devam ediyor.
Karşılıklı salvolarla süreç mecrasında ilerliyor. Karşılıklı derken, Türkiye’nin kesin ve net biçimde tavrını koyduğu ve haklarını ne pahasına olursa olsun savunacağını ifade ettiği bir konuda geri dönüşü yok artık. Karşı taraf acaba korkutabilir miyiz, yıldırmamız mümkün mü, tavrı içinde. Bu arada ülke içindeki partnerlerine ‘daha ne duruyorsunuz, harekete geçin’ ve ‘her fırsatı kullanarak hükümeti sıkıştırın’ demeden de geri durmuyorlar.
Milletimiz gelişmelerin farkında.
Devletine ve yöneticilerine güveniyor. Bu milletin omuz omuza verdiği durumlarda neleri başarabildiğini cümle alem biliyor. O nedenle ben geleceğe umutla bakıyorum. Türkiye zincirlerini kırıp, tam bağımsızlığını haykırdıkça önünde kimse duramaz diye düşünüyorum. Bize devletimize destek olmak ve olumsuz propagandaya karşı dimdik durmak düşer.